Yunus Yılmaz
sunuyzamliy@gmail.com
Tarihselcilik adlı tarih tezi, Kur’an adlı din kitabının yorumlanmasında kullanılabilir mi? -1
29/10/2021
Tarih eğitimi almış ve tarih felsefesi okumuş insanlar bilir ki, tarih bilim yöntemi tartışmaları içinde tarihselcilik (historism) ve tarihsicilik (historicism) diye birbirine karşıt iki felsefi akım vardır. Tarihselcilik; her tarihsel olayı kendi bulunduğu çağın, dönemin tarihsel koşulu, şartları içinde açıklamaya çalışmanın adıdır. Tarihsicilik ise tarihin bir döneminde olan bir olgunun, tarihin belirli bir ölçütü içinde gerçekleştiği için tarihsel dönemin koşulları haricinde, baştan bilinen belirli yasalara bağlı olarak tarihin tümünü esas alınarak açıklanabileceğini iddia eder. Özetle tarihselcilik tarihin bir döneminin, bir parçasının özgü koşullarını önemserken; tarihsicilik bir dönemden, bir parçadan ziyade tarihin tüme, geneline bakmayı önemser. Tarihsicilik tarih üstü iken; tarihselcilik tarih içidir. Tarihsicilik genel, nesnel iken; tarihselcilik özneldir. Tarihselcilik görecelidir ve yereldir. Tarihsicilik evrenseldir. Tarihselcilik ve tarihsicilik arasındaki en belirgin özelliklerden biri de tarihselciler, tarihin diğer bilimler gibi belirli bir yasasının olmadığını iddia ederler. Örneğin tarihin bir fizik bilimi gibi kütle çekim yasası yoktur, kinetik enerji formülü gibi bir bilimsel formülü yoktur. Hatta tarih diğer bilimler gibi olmadığı için, tarihin bir bilim olup olmadığı bile tartışmalıdır! Bu iddiaların aksine tarihsiciler, tarihinde diğer bilimler gibi bir ölçütünün, yasasının ya da en azından bir genel geçerliliğin olduğunu iddia ederler. Örneğin diyalektik materyalistler, evrende zıtların birbiri ile sürekli savaşım ve çatışma içinde olduğunu, ezen ile ezilen gibi iki sınıf zıtlığı çatışmasından da tarihin belirli dönemlerinde devrimlerin ortaya çıktığını iddia eder. O nedenle diyalektik materyalist gibi tarihsiciler, tarihin farklı dönemlerinde çıkmış olan devrimlerin hangisine bakılırsa bakılsın, koşulların eş olduğu, hep aynı yasanın ve ölçütün işlediğini iddia ederler. Benedetto Croce gibi tarihselcilere göre her tarihsel felsefe, kendi çağının bilgisiyle sınırlı olduğu için asla bütün çağları bilebilecek bir metot ortaya koyup, geleceği bilmesi olanaksızdır. O nedenle Croce’ye göre bir metot, bir ölçüt ile tüm tarihi ihata etmek imkansız olduğu gibi, çağlar arasında da bir geçişkenlik yoktur. Örneğin yakınçağ Avrupası tarihi bilgisi üzerinden yeniçağ Avrupası üzerine bir takım açıklamalarda bulunmak tarihselci felsesefeye göre yanlıştır. Çünkü her tarih felsefesi kendi çağının bilgisiyle sınırlıdır. Ayrıca dönemler ve çağlar arasında geçişkenliğin olmadığı iddiasını da aklımızda bulundurmamız gerekiyor. Croce bu gerçeği şöyle ifade ediyor “tüm insanı olaylar ve bu olaylar hakkındaki tüm insani bilgi tarihsel koşullar içinde ortaya çıkıyorsa, kuşkusuz ki, bu olayların bilgisi, ancak içinde yaşanılan çağın bilgisi olmakla sınırlıdır.”[1] Croce’nin bu tezi tersten de okunabilir, bu çağa ait görüşleriniz tarihsel olup, bugünün verileri üzerinden geçmişe ait bir çıkarsamada bulunmak yanlış olduğu gibi, geleceğe dönük çıkarsamalarda da bulunmak yanlış olacaktır. Çünkü tarihselciler, tarihin tümü hakkında genel geçer bir yasanın, metodun olamayacağı tezi üzerinden geçmişi ortaya koyacak bir metot, bir ölçüt yoksa; gelecek için nasıl olabilir ki düşüncesinden hareket ederler. O nedenle geleceğe dönük öngörülerde bulunmaya kehanet gözüyle bakarlar. Daha açıkçası bugünün bilgisi üzerinden geçmiş ve gelecek hakkında her yorum tarihe ve tarihselci felsefeye aykırıdır. Hatta Croce genel geçer tüm zamanı kapsayan bir metot, ölçüt olmadığı gerekçesiyle bir tarihselci olarak, tarih felsefesini de olanaksız görmüştür. Croce “geçmişe yönelik, sınırlı ve bizim bugünümüze ait bir yoruma da artık felsefe gözüyle bakılamaz. Çünkü Corece için de felsefe, Antikçağın konumladığı biçimde bir salt düşünce etkinliği, bir theoria’dır (teori) ve bu yüzden böyle bir etkinlik olarak felsefe tarihi aşar.”[2] Croce’ye göre felsefe tarihsel düşünmenin de metodolojisi olamaz. Çünkü bir felsefe ve tarih iki karşıt kavramdır. Felsefe genelleştiren bir düşünce etkinliğidir. Oysa insan çağına aittir. Eğer insan bir çağda yaşamakta olduğunu bilirse kendi yorumunun geçmişi tam olarak kapsayamayacağını bilir, hatta gelecek hakkında da hiçbir şey içermeyeceğini anlamak zorundadır.[3] Tarihselcilere göre tarih başka bilimlerin metotları kullanılarak da yapılamazdı. Tarih sadece kendine özgü bir alandır. Başka bilimlerle irtibatı olabiliyor veyahut gerekiyorsa o bilim dallarının genel geçer yasa, metot ve ölçüsünün de kabul edilmesi gerekeceği için; tarihinde bir metot ve ölücüsü olabileceği anlamına gelirdi. Zamanlar, çağlar arasında bir geçişkenliği kabul etmeyen tarihselcilik, bilimler arası metot ve ölçü kullanım geçişkenliği olduğunu nasıl kabul edebilirdi ki? Bu kadar katı kurallı tarihselciliğin, bir alanda daha katı kuralı vardır o da tarihi, Hristiyan teolojisinden kurtarmaktır! “Corece’ye göre tarihi tümüyle bilme savı, tarih felsefesine hıristiyan teolojisinden geçmiş açımlamacılık hastalığından kaynaklanmaktadır.”[4] Tarihselcilerin, hırıstiyan teolojiye karşı olması anlaşılabilir bir şey çünkü tüm bilimler gibi tarihte önceleri kilisenin hegomanyası altında olduğu için tarihi dogmatizmden kurtarmak gerekiyordu. Bilimle din ayrı şeylerdir. Bu vesileyle insan kültürünün ürünü olan tarih ile tanrı ürünü olan din ayrı olmalıydı. Aynı şekilde tarihin kendi içindeki metot ve felsefesi de dinden ayrı olması gerekir. Bu son çıkarımı esas alırsak tarihselcilik adlı tarih felsefesi de tarih biliminin bir ürünü ise o da dinden ayrı bir şey olmalıydı. Çünkü tarihselcilik belirli bir zamanın kültürünü esas alır ve bunun spesifik, öznel olduğu kanaatindedir. Oysa din dediğiniz şey evrenseldir, öznel ve spesifik değildir, geneldir. O halde din ve dinin ürünü olan dini kitaplarda orijininde evrensel olması gerekir! Kuran 7. Asrın mı ürünüdür? Oysa İslam ilahiyatında kuran adlı din kitabına bir kısım ilahiyatçılar tarafından tamamıyla tarihselci bir felsefeyle yaklaşılmaktadır. İşte tam da sorun burada başlamaktadır. Özü itibariyle evrensel olması gereken bir dine, nasıl tarihsel yaklaşılabilir ki? Ömer Özoy, Kuran’ın tarihselliği tartışmalarında beşeri metinlere ilişkin geçerli olan tarihsel yaklaşımların, Kuran içinde geçerli olduğunu, aradaki en önemli farkın Kuran’ın ilahi kaynaklı olduğudur diyor. Ayrıca üzerinde konuşulan nesne tarihsel olduğu için kaynağın ilahiliği ve beşeriliği yorumun isabetinden fark yaratır diyor.[5] Tabii böyle bir iddia ileri sürülünce insanın aklına birçok soru geliyor. Misal olarak tarih üstü varlık olan Tanrı, neden tarihsel bir metin yollasın ki? Tarih üstü bir varlığın kitabı da tarih üstü olmak zorunda değil midir? Öyle ya bir insanın bile ilk aklına gelen, eğer bir kitap tarihsel ise o kitabın insan ürünü olduğudur. Ömer Özsoy’da bu gerçekliğin farkında olacak ki, tarihsel bir nesne olan Kuran’ın, ilahi mi yoksa beşeri mi olduğu kaynaklı bir tartışmanın olacağını dile getiriyor. Böyle bir tartışmanın olması aslında tarihselciliğin açmazlarından biridir. O nedenle yukarıda arz ettiğimiz tarihselci felsefenin ilkelerine göre Kuran’ın ilahi kaynaklı olduğunu iddia edemezsiniz. Çünkü tarihselcilik tezi, insanın çağına ait olduğunu, onun ürünün de tarihe ait olduğu için tarihsel olduğunu iddia eder. Yani kimse bu dünyanın içinde zuhur eden bir kitabın ilahi kaynaklı olduğunu iddia edemez. Tarihin tarihselci tezine aykırıdır. Tarihselcilik, ilahi kaynaklı olduğu iddia edilen bir metin için üretilmiş bir bilimsel yaklaşım değildir. Tüm bu gerçekliğe karşın Ömer Özsoy, Kuran ilahi kaynaklı bir tarihsel metindir ve tarihselci yaklaşım ile Kuran’a yaklaşılması gerektiği konusunda çok ısrarcı. Ömer Özsoy, “Tarihsel yaklaşım, Kuran’ı Hz Muhammet’in çağına ve çağdaşlarına yönelik bir hitap olarak gördüğü için Kuran’ı oluşturan pasajların özgün anlamlarını ait oldukları tarihsel bağlamda aramaktadır. Bu yaklaşımın doğal sonucu, tespit edilen lafzi delaletinde tarihsel addedilmesidir.”[6] diyor. Ayrıca “Kuran’ın belli bir tarihe ait olduğu, tarih üstü olmadığı… Dolayısıyla, tarihselcilik de, bu bağlamda, Kuran’ın kendi tarihsel şartları muvacehesinde ele alınması gereğini öne süren bir tez”[7] dir diyor. Ömer Özsoy’un bu tarihselcilik yorumuna o kadar eleştiri getirebiliriz ki sadece belli başlı eleştirileri yazmak bile yeterli olacaktır. Birincisi, “Kuran’ın belli bir tarihe ait olduğu” söyleminden 7. yüzyılı kastettiği malumumuz. Oysa tarih yazılı metin, belge üzerinden hareket etmeyi gerektirir. Elimizde en eski tam metinli musaflar 10. yüzyılın ötesini geçmez. Yani bugün elimizde Hz Ebubekir’in iki kapak arasına getirdiği, Hz Osman’ın çoğalttığı iddia edilen nüshalar bile yoktur. Abbasi öncesi Emevi döneminden kalan tam bir Mushaf bile yoktur. Peki neden? Tarihsel denen bir kitabın (kuran) en erken tarihi devirlere, dönemlere, çağlara ait bir nüshası hiç olmamış gibi gözüküyor! Aslında bu gerçeklik şimdilerde utangaç bir şekilde dillendiriliyor. Siz hiç yoktu derseniz büyük sorun. Vardı ama muhafaza edilemedi derseniz yine bir sorun. Kaldı ki siz İslam dinin diğer semavi dinler gibi kitabi bir din olduğunu iddia edeceksiniz, ama dört halife döneminden veyahut Emeviler döneminden kalan tam bir nüshanın çağımıza ulaşmadığını söyleyeceksiniz. Geleneğini, dinini, dinin kitabını, bir mushafa çevirip de sonraki nesillere aktaramamanın nasıl mantıklı bir izahı olabilir acaba? Ayrıca Hz Muhammed diye birinin 7. yüzyılda yaşadığını nereden biliyoruz? Kaldı ki onun hitabı olan Kuran tarihsel olsun. Elimizde arkeolojik bir veri var mı? İddia ediliyor ki Hz Muhammet, Rum imparatoru Heraklios’u İslamiyete davet eden bir mektup yollamış. Roma tarihinin resmi saray tarihçisi böyle bir olayı kaydetmiş mi? Pers çağdaş kaynaklarında Hz Muhammet bahsedilmiş mi? Medine ve çevresindeki Yahudiler, Hz Muhammet’i en erken çağdaş bir eserlerinde zikretmişler mi? Bilebildiğimiz kadarıyla böyle bir bilgi mevut değil, yok. Var diyen ortaya koysun da görelim. İster hitap olsun ister kitap olsun elimizdeki Kuran’ın Hz Muhammet’in siretinde teşekkül ettiğini dair hiçbir tarihsel, arkeolojik veri yok. Baştan bir kabullenilmişlik olarak, Kuran ile Hz Muhammet’i ayıramayız iddiasında bulunuyorlar. Bırakın tarihselliği tarih bilimine aykırı bir davranışta bulunuyorlar. Önce Kuran’ın bir yaşanmışlık üzerine inşa edildiğini ispatlamakla mükellefsiniz, yoksa iman etmekle değil! Madem bu kadar önemliydi sünnet ve hadis; sahabe, bu sünnetin kaydını erken bir dönemde neden tutmadı? Sahabeden önemli kişiler peygamber ile ilgili hadis rivayet edenlere neden ceza verdi? Hadis rivayet etmenin yasaklandığına yönelik rivayetler neden geliyor? Öyle ya rivayet kültürünü tarıyorsun, peygamber hadis nakletmeyi yasakladı, şeklinde bir rivayetle karşılaşıyorsun. Hadis rivayeti hadis ilmini yalanlıyor! Sünnet ve hadis olmadan Kuran anlaşılmaz söylemi ne kadar gerçekçi Bakınız bendenizce de Kuran da geçen kimi ayetler; sünnet ve rivayet kültürü esas alınmadan anlaşılmaz. Benim itirazım, hadis kültürünün, dini ve Kuran’ı anlamada kullanılmasına yönelik değil. İtiraz ettiğim nokta şu; çok kati (kesin) bir kural koymalarıdır. Nedir o? Hadis ve sünnet olmadan Kuran anlaşılmaz. Eğer bu kadar kati (kesin) bir kural koyuyorsanız, buyurun ispatlayın bu iddianızı derim. Sadece ben demiyorum, yıllarca gelenekçilere Kuran’ın hangi ayetinde “ben Kuran’ım, ben peygamberin sünneti, hadisi olunmadan anlaşılmam” şeklinde, yazıyor diye soruldu? Kuran’a evrensel yaklaşanların, gelenekçilere ve tarihselciler itiraz ettiği konuda tam bu, ilahi kaynaklı bir kitabın içinden bir delil göstermeniz gerekiyor. Din bunu gerektirir, tarih bilimi de bunu gerektirir. Oysa Kuran’ın içinde, Kuran sünnetle birlikte yorumlanmalıdır diye bir önerme yoktur. Böylesine bir acı gerçeğin farkında tüm tarihselciler. Bu sefer bazı tarihselciler, Kuranı önemsizleştirip, hatta sünnet Kuran’dan daha öncelikli bir şeydir demeye bile getiriyorlar. Bunu tarihselci Ömer Özsoy yaptığı gibi tarihselci Mustafa Öztürk’de yapıyor. Mustafa Öztürk, bunun gelenekte de olduğunu iddia ediyor. Mustafa Öztürk, gelenekte “es sünnetin kadiyetün all’l-kur’an’ sözüyle (…) ‘Dini deliller hiyerarşisinde sünnet birinci, Kuran ikinci sırada yer alır.’ veya ‘Sünnet mutlak manada Kuran’ı önceler’ gibi kabataslak bir manaya delalet etmekten ziyade ‘Allah’ın buyruklarının pratik hayattaki karşılığı sünnet tarafından gösterilir’ şeklinde ince bir anlam taşımaktadır” diyor.[8] Böylece sünnetin Kurandan önce geldiğini iddia ederek; sünnet gibi ikincil bir kaynağı, Kuran gibi birincil bir kaynağın önüne alarak tarih bilimine de ters bir iş yapıyor. Sünnet Kuran’dan önce olmadığı gibi, sünnet Kuran’ı açıklar gibi bir söylemde gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Örneğin hadis ve sünnet kaynaklarına baktığımızda; ipek elbise, altın, gümüş eşya ve ziynetlerin kısmen erkek kısmen de kadınlara haram (yasak) kılındığı bilgisi geçmektedir.[9] Oysa Kuran’da altın, gümüş ve ipek elbisenin haram (yasak) kılındığına yönelik kesin bir emir yok, ama peygamberin bir yasaklaması söz konusu. Bu veriyi esas aldığımızda peygamberin sünneti Kuran’ı açıklamamış oluyor. Aslına bakılırsa sünnetin, Kuran’ı açıklamaması o kadar olağan bir şey ki, gelenekçiler ve tarihselciler bunu anlamakta zorlanıyor. Hz Muhammet de, tıpkı Roma imparatoru Heraklios gibi ve Pers hükümdarı gibi yasaklar koyabilen bir yönetici ve liderdir. Roma imparatoru gibi ağzından çıkan buyruklar, seküler bir yasadır. Yani bu seküler emirlere, kanunlara dini bir anlam yüklemek çok yersizdir. Hz Muhammet bir yönetici olarak diğer hükümdarlar gibi kanun yapmakta ve yasaklar koymakta olduğu için bunu ilahi yasakların olduğu bir kitapta, kuranda görememiş olmamız çok normal. Peygamberin altın gibi ziynet eşyalarının teşhirini yasaklayan seküler yasağı, sünneti Kaldı ki Kuran’da aslında bazı elbiseler ve altın gibi ziynet eşyalar, yasaklanmamakla beraber teşhir edilmemesi yönünde bir yasak vardır. Bizim başörtüsü (Humur) olarak yorumladığımız Nur suresi 31. ayette, altın ziynet eşyalarının özellikle göğüs kısmındaki kolyenin Humur yani cilbab yani peçe, yüz örtüsü adlı bir örtü ile üstünün kapatılması ve gösterilmemesi istenmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken başörtüsü anlamı verilen Humur’un tıpkı Ahzap suresi 59. ayette geçen cilbab gibi “peçe” anlamına geldiğini görmek gerektiğidir. Çünkü peçe, sınıfsal bir örtüdür. Hür ile köleyi birbirinden ayıran yegane örtüdür. Tabii haliyle Humur’un başörtüsü veya yüz örtüsü (peçe) anlamına gelip gelmemesi durumu pek değiştirmez. Önemli olan yüzük ve bilezik gibi zahiri ziynetlerden hariç, göğüs kısmındaki altın kolyenin gösterilmemesi ve ayak bileğindeki halhalında sesi çıkartılıp dikkat çekilmemesi için ayakların yere vurulmaması gerekmektedir. Konu örtünme ile ilgili değil zaten, konu ziynet eşyaların örtülmesi, gizlenmesidir. Hele Peygamber hanımlarının savaşta ganimetten düşen ziynet eşyalarını istemesi ve Hz Ayşe’nin kaybettiği bir kolye yüzünden zina iftirasına uğradığı bilgisini hesaba katınca, aslında konu yerli yerine oturuyor.[10] Nur suresi 60. ayette ise yaşı geçmiş kadınların esvab, libas adlı elbiselerini o da özünde cilbab yani peçenin, yüz örtüsünü çıkartmalarında bir sakınca olmadığını, ama altın gibi ziynetlerini teşhir etmemeleri yönünde bir tavsiye vardır. Özetle zengin ve hür kadınların, sırf ziynetleri (altın eşyaları) yüzünden evlenmek için uygun kadın görülmeleri, ama bu istek ve arzunun zina dedikodularına yol açtığı bir dönemde, kadının ziynet eşyası yoluyla zina dedikodularına malzeme olmasının önü kapatılmıştır. Özetle Kuran’da altın ziynetlerin teşhir edilmesinin yasaklanmasının altında, Müslümanlar zina ediyor dedikodularının önüne geçmek istemesi düşüncesi yatmaktadır. Ekonomik durumun kötü olduğu Medine’deki Müslüman erkeklerin, fahişe kadınlarla yapacakları evlilikten doğacak çocukların yarı köle yarı hür olması gibi bir nahoş durumun olmaması için evlenmelerine izin çıkmayınca, müminler, rotalarını bu sefer zengin ve hür kadınlara çizmişlerdir. Haliyle de bu Medine de zina dedikodularına sebep olmuştur. Bu zina dedikodularının önün geçilmek için bir dizi ayetler inmiştir. Örneğin mümin erkeler yemek yemek için davet edildikleri evlerin önünde beklemeyecekler, evin önünden gidin denilince gidecekler. Evlere ancak davet edildiklerinde girebilecekler, izinsiz evlere girilmeyecek. Eve davet edildiklerinde ise bakışlarını yere indirilmesi emri ve fücurlarını muhafaza etmeleri emri gelmiştir. Nerede mi? Nur suresi 28, 29 ve 30. ayetlerde. Bu uzun açıklamalarımızdan anlaşıldığı gibi Kuran’da işlenen zina ve ziynet konuları ile siyer ve hadis kaynaklarında geçen zina ve ziynet konuları tam olarak uyuşmamaktadır! Yani sünnet Kuran’ı önceler, açıklar iddiası pek doğru bir tez değildir. Yine kaldı ki Kuran’da bizim anladığımız anlamada sünnete ve hadise yer verilmediğine dikkat çekmiştik. Ayrıca bu önemli açıklığın tarihselcileri de zorladığını tespit etmiştik. Kuran’da peygamberin hadisine dikkat çekilmemiş olması eksikliği anlayan tarihselciler hemen ayetleri eğip bükmeye başlıyorlar. Örneğin tarihselci Mustafa Öztürk, Kuran’da genelde ikisi yan yana geçen “Kuran ve Hikmet” kavramındaki “Hikmete” sünnet anlamı veriyor, dayanak noktası da İmamı Şafi.[11] Oysa “Kuran ve Hikmet” kavramlarının geçtiği ayetler dikkatli okunursa, burada geçen “Hikmet”in hüküm anlamında; yani yakın vakitte gerçekleşen ilgili konu üzerine inen vahiy olduğunu, hemen yanında geçen “kitap” kavramının ise; nübüvvet başladığından beri ilgili konu üzerine inen tüm ayetler ve diğer konularla ilgili inen tüm ayetlerin toplamı olduğu görülecektir. Daha açık ifadeyle Hikmet, vahiy; Kitap, vahiylerin toplamıdır.[12] Burada geçen hikmet kavramının; vahiy, ayet anlamına geldiğini ilerleyen sayfalarda ayetlerin müteşabihliği, ikili anlamı var konusuna geldiğimiz zaman, daha doyurucu cevaplar vereceğiz. Özetle Kuran’ın hiçbir yerinde Kuran ayetleri siyersiz, sünnetsiz anlaşılmaz diye bir hüküm yoktur. Allah’ın söylemedi, akıl etmediği bir şeyi iddia etmenin de bir anlamı yok! Kuran’ın söylemediği birçok şeyi bizim gelenek bir şekilde yolunu bularak söylettirmiştir. Hatta peygamberin sünnetinde olmayan sünnetler icat edilmiştir. Örneğin Kuran’da Kurban Bayramının kurbanı konu edilmemiştir. Kurban’a delil olarak gösterilen Kevser suresindeki “Nhar” kan veya kurban anlamına gelmemektedir. Nhar; nehir, su anlamındadır. Kuran’da “Salatı ikam et + zekatı ver” gibi kalıpla gelen ayetlerin hemen hepsi aynı anlama gelir. Kevser suresinde de “salli + nhar” (Fe salli li rabbike venhar) da bunlardan biridir. Bu benzeştirmeye göre nhar; zekatla ilgilidir. Suyun zekat edilmesidir. Maun suresinde olduğu gibi zengin sofrasındaki paylaşılmayan bir bardak “ma” un, suyun bile ikram edilmesi, zekat edilmesi istenmektedir. [13] Yoksa Hac mevsiminde Hz Peygamberin Medine’de Kurban Bayramının Kurbanını kestiğine yönelik bir bilgi yoktur. Özetle peygamberden yerden su, nehir çıkartarak mucize göstermesini isteyen kafirlere öncelikle siz sofranızdaki suyu fakire bir ikram edin diye bir gönderme yapılan sureler toplamı (Kevser +Ma’un) yanlış şekilde yorumlanarak kurbanlaştırılmış ve namazlaştırılmıştır![14] Kuran’da kahır ekseriyette salat anlamının, namaz anlamına gelmemesi; Cuma suresindeki salatın, bırakın namaz anlamına gelmesini Cuma namazı ile ilgili bir anlama da gelmediğini aslında herkes biliyor. Yani Kuran bizim bildiğimiz anlamda dini ritüelleri de anlatan bir kitap değildir ki, sünnetle uyuşsun! Yine hadis rivayetlerine bakılırsa Peygamberin ümmete nasıl namaz kılınırı anlattığına yönelik bir söz ve eylemi de yoktur. Gelenekte Müslüman olmak için kelime-i şehadet getirmek gerekmektedir, ama Kuran’da bu konudan da bahsedilmez. Özetle sünnet ve gelenek bilgisi Kuran ile örtüşmüyor! Zaten tüm bu gerekçelerden yola çıkarak bendeniz, tarihsellik tezi, dini bir kitabın yorumlanmasında uygulanabilir mi diye soruyorum. Öyle görünüyor ki tarihsellik tezini Kuran’ı Kerim’e uygulamak pek olası gözükmüyor. Yoksa burada itiraz ettiğimiz tarihsellik tezi doğrudur, doğru değildir konusunu irdelemek değildir. Tarihselcilik evrenselciliğe muhtaç bir tezdir Tarihsellik, tarih araştırma metodunda olan bir gerçekliği ifade ediyor. Hatta bendenize göre çağına ait olan her şey tarihseldir, doğanın ürünüdür, insan ürünüdür, yani tarihseldir. İnsanın ürettiği dili, kültürü, sanatı, teknolojisi hatta bilimi bile tarihseldir. Evet bilim bile tarihseldir. Bilim, tarihselse tarih bilimi de tarihseldir. Ancak bir şeyin tarihsel olması orada tarihsici (tarih üstü) bir tezin işlemeyeceğini anlamına gelmez. Çünkü bendenize göre her tarihselci yorum bir tarihsici (tarih üstü) yoruma felsefeye muhtaçtır. Çünkü tarihselciliğe göre geçmişi tam olarak bilmek imkansızdır. Ama tarih geçmişi bilmek için uğraşır. Tam olarak bilinemeyecek bir geçmişin bilgisinin boşluğunu, bir yorum, bir hipotez ortaya koymanız gerekecektir. Tamda bunu yaptığınız an tarihsiciliğe yani evrenselciliğe (tarih üstücülüğe) kapı aralamış olursunuz. Zaten bu makalenin amaçlarından biride tarihselcilerin aslında bal gibi evrenselcilik yaptığını ortaya koymaktır. Konumuza geri dönersek, Kuran’ın en eski orijinal metnin olmaması tarihselcilik açısından çok büyük bir sıkıntıdır. Çünkü bahsedilen konu birincil bir kaynaktır. Tarih araştırmalarında iki önemli kaynağa ihtiyaç duyulur. Birincil ve ikincil kaynaklara, İslam tarihi açısından Kuran, birincil kaynağa; siret, megazi, hadis gibi eserler ise ikincil kaynağa tekabül ederler. Orijinal nüshası yani birincil kaynağı olmayan şey üzerinden tarihsellik taslanamaz. Çünkü tarih bilimi açısından her önemli iddia orijinal belgesi olan birincil bir kaynağa dayandırılmak zorundadır! İslam tarihi açısından bu orijinal nüshanın olmaması bir handikap. Bu eksikliğin bilinmesine rağmen Kuran tarihseldir, şu döneme aittir demek ise daha büyük bir handikaptır. Düşünsenize orijinal nüshaya dokunamıyoruz, inceleyemiyoruz ve test edemiyoruz. Tarih bilimi açısından sıkıntılı bir konu, hatta diyebiliriz ki din açısından da sıkıntılı. Çünkü kimse bu haliyle elimizdeki Kuran mushafının, Hz Muhammet döneminden geldiği söylentisini, tam olarak hiçbir zaman ispatlayamaz. Kuran’ın Arabi olması tarihselci teze bir delil değildir! Orijinal metninin olmaması Kuran’ın, 7. asra ait mi değil mi diye anlamamıza engel olduğu gibi, elimizdeki mevcut nüshasının dili ve yazısının Arapça olması üzerinden bu metnin Araplara hatta Mekke ve çevresine geldiğini söylemekte güçtür. Kuran’ın aslının Aramice, süryanice veya İbranice olmadığını nereden biliyoruz?! Veya Kuran diye bir şeyin sonradan uydurulmadığını nereden biliyoruz? Özetle tarihsellik tezi açısından bir kitap bir çağa ait olması gerektiği gibi bir coğrafyaya, bir yere, bir dile ve kültüre ait olması gerekir ki tarihselci yorumlar yapalım. Bugünkü mevcut nüsha üzerinden yazı ve dili esas alarak Kuran Araplara gelmiştir diye iddia etmek tarihselciliğe aykırıdır. Oysa Ömer Özsoy, “ Kuran’ın kendisine ilişkin kullandığı ‘Arabi nitelemesi’ yalnızca Kuran’ın dili ile ilgili bir niteleme değil, aynı zamandan dili kendisinden bağımsız sayamayacağımız kültür ve zihniyeti de kapsayan bir nitelemedir”[15] diye yazaraktan, iddiasının yani tarihselci tezinin Kuran içi ayetlerle desteklediğini düşünüyor Ayrıca Ömer Özsoy alıntıladığımız kısmın dipnotunda atıfta bulunduğu ayetleri de veriyor. Yalnız bendeniz, hocanın delil diye sunduğu şeyin aslında tam bir delil olmadığını söyleyemem gerekiyor. Neden mi? Örneğin Fussılet suresi 3. ayette Kuran’ın Arapça bilen bir topluluğa indirildiği yazıyor. Yani bir Arabilik vurgusu yapılıyor. Yalnız ilginçtir Kuran’da “Arabiyyun Kuranen” vurgusunun yapıldığı ayetlerin esbabı nüzulü ile ilgili bir rivayet aktarılmıyor. Yani ne oldu da muhatabı Arap olan bir topluluğa bu kuran Arapçadır diye söyleme gereği hissedilmiş? Bu vahyin dilinin Arapça olduğunu muhatabı Araplar da pekala biliyordu. Hadi geçmişi bir an için görmeyelim, şu dönem için konuşalım, hazır tarihselcilik diye bir şeyde var. Ülkemizde birçok tarihselci var, ama bu ayetin muhatı Arap olan bir topluluğa neden Kuran Arapça denildiğini hiç merak etmemişler. Bu ayetlerin indirilmesine hangi tarihi olay ve olaylar sebep olmuştur dememişler. Ama Kuran dilinin Arabi olmasını tezlerinin ana iddialarından biri olarak gerekçelendirmişler. Hakkını yemeyelim tarihselci Mustafa Öztürk biraz olsun bu Arabilik konusuna kafa yormuş, ama o yormasını da tarihselci mantığına heder edip bırakmış. Mustafa Öztürk: “ Kur’an’ın Arap diliyle nazil olduğunu belirten ayetler sadece lafızların Arapça olduğunu vurgulamaya yönelik değildir. Kısacası, Arabilik Kur’an vahvindeki mesajların nüzul dönemindeki Arap toplumunun zihinsel ufkuna ve malumuna göre sunulduğunu belirten bir niteliktir.”[16] diyor. Yani Mustafa Öztürk, Kuran’ın Arabi olduğunu söyleyen ayetler; Araplara, bakın biz sizin algınız, düşünceniz, bilginiz, ufkunuz ölçüsünde ayetler indiriyoruz demek için gönderilmiş ayetlermiş. Dedik ya tam bir tarihselci kafa ile yapılmış yorum. Oysa bendeniz bu ayetin gerçek anlamını bulmak için Mustafa Öztürk’ün pek sevmediği, hoşlanmadığı bir yöntemle çözmeye çalışacağım. Nedir o? Kuran’ın Kuran ile çözümleme yöntemi. Bu yöntem küçümsense de istisnalar hariç kahır ekseriyette sizi yarı yolda bırakmaz. Yöntem çok basit, bir ayeti anlamakta zorlanıyor musunuz? O zaman aklınıza ilk gelmesi gereken şey şudur: bu ayetin bir benzerinin veyahut konu yakınlığı olan ayetinin mutlaka kitabın bir yerinde yine olduğudur. Neden mi? Kuran’da bazı ayetlerin tekrarı çok vardır. Bir yerde karşılaşılan bir sorun, Kuran’ın başka bir yerinde zaman ve zemin değişse de tekrar konu edilmiştir. Eğer Kuran içinde bir konu sık tekrarlanıyorsa, bu önemli bir sorunun mevzu edildiğine bir işarettir! O zaman işi çözecek o ayeti bulmak gerekiyor. Örnek aldığımız Fussilet suresinin 3. ayetinde geçen Kuran’ın Arabiliğine vurgu yapan konuyu çözecek ayette, ne tesadüf bu süresinin içindedir. Fussilet suresi 44. ayete bakarsak eğer, bu ayetin içinde de Kuran dilinin Arapça olduğu vurgulanıyor. Hatta “Eğer biz onu yabancı dilde bir Kuran yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: Ayetleri ayrıntılı kılınmalı değil miydi? Arap’a yabancı bir dil mi?/ İster yabancı dilde ister Arapça!...”[17] diye uzayıp giden bir pasaj vardır. Cahiliye Arapları ve Yahudiler, peygambere, vahiy dilinin Arapça olamayacağını söylüyor! Bu benzeri ayetler dikkatli okunup, yorumlandığı zaman şu anlaşılıyor; cahiliye Arabı ve Yahudiler, vahiy dilinin Arapça olamayacağını iddia etmiş. Daha açıkçası şunu demeye getirmişler; “Musa ve İsa gibi peygamberlere İbranice ve Aramice vahiy geldi, gelenek hep böyle sürüp geldi, haliyle vahiy dili bunlardır. Hiç Arapça’dan vahiy dili olur mu?” Ayet aslında çok açık ve net cahiliye Arapları, Hz peygamberden yabancı bir dilde bir vahiy istemişler. Neden? Çünkü binlerce yıllık bir gelenek var, vahiy dili bilinen bir şey, bu zamana kadar Arapça bir vahiy gelmemiş, şimdi neden gelsin ki, diyorlar. Burada geri planda Hz Muhammet’in bir peygamberliğine itiraz var, bunu görmek gerekiyor. Yani burası Mustafa Öztürk’ün demeye getirdiği “ben Kuran olarak tarihsel bir metinim, ayrıca dilimin Arapça olması benim tarihsel ve yerel olduğumu, hatta sizin bilginiz, algınız dahilinde konuşmamda size bu vurguyu hatırlatmak içindi diye” demenin ayeti değildir. Hiçbir cahiliye Arabı bu ayetlerden yola çıkarak Kuranın tarihsel bir hitap olduğunu, hatta bak kuran bizim bilgimiz ve algımız kapasitesi kadar konuşuyor diye anlamamıştır. Hiçbir müfessir ve ravi de, tarihte bu ayet Kuran’ın tarihselliğine vurgu yapmak için indirilmiştir diye esbabı nüzul bildirmemiştir. Demek ki tarihselcilerin iddia ettiği gibi ilk anlam bu değil. Kaldı ki Kuran’ı Hz Muhammet’in ağzından duyan ilk Arap muhatapları vahiy dilinin Arapça olduğunu anlamış olduğunu ve kendi bilgisiyle örtüşen ayetler olduğunu esas alırsak, ikide bir neden Kuran’ın birçok yerinde kuran için “Arabian Kuran” ifadesi geçiyor diye sormamız gerekir. Bu tarz sorular sorarak bu ayetlere yaklaşmak gerekir. Doğru sorular sorarak ayetlere yaklaşmazsak, kendi döneminde böyle anlaşılmayan bu ayetleri, bugün ayetin ilk ve gerçek anlamı, yorumu diye sunulmasındaki yanlışlığı anlayamayız. Ayrıca burada önemli bir yanlış daha var. Kuran’ın tarihselliği ve Arabi bir dilde olduğu bu ve benzeri ayetin tali bir anlamından çıkarılıyor. Tarihselcilik gibi önemli bir tez, ayetin tali bir anlamından ispatlanmaya çalışılması biraz garip değil mi? Daha önemlisi tarihselcilerin tümü de bu ayeti yanlış anlamışlar ve yanlış da yorumluyorlar. Demek ki tarihselciler, özünde bir ayetin tek doğru gerçek anlamını ortaya koymaktan da aciz. Örneğin Mustafa Öztürk’ün Fussilet suresinin 44. ayeti nasıl anladığına bir bakalım. Mustafa Öztürk: “Biz bu Kur’an’ı Arapçadan başka bir dilde vahyetseydik, müşrikler/Kafirler bu defa da, Onun ayetleri niçin konuşup anlaştığımız bir dille ifade edilmiyor?! Vahiy yabancı bir dilde vahiy ve muhatapları Arap bu nasıl bir iş diye itiraz edebilirdi diye belirtilen mazeret kapısının kapatılmasıyla ilgilidir”[18] diye anlıyor. Bu ayetleri diğer tarihselci hocalar gibi tarihselci Mustafa Öztürk de yanlış anlıyor. Ayet Mustafa Öztürk’ün iddia ettiği gibi baştan bir itiraz kapısını kapatmıyor, zaten söylenmiş bir itiraza cevap veriyor. Kuran cevap olarak; daha önce İbranice ve Aramice gibi bir vahiy diliyle kitap yollamış olmamız geleneği (Allah tarafından), bu durumun her zaman böyle olacağı anlamına gelmediğini; Bu gelenekten yola çıkarak Araplara da Arapça bir vahiy diliyle kitap yollamayacağımız anlamına gelmez diyor. Burada karşılıklı, bilinen vahiy geleneğine ters bir durum var mı yok mu tartışması yapılmış. Özetlersek ve tekrarlarsak binlerce yıllık vahiy geleneği dilinin, son kertede Hz Muhammet’in yüzü suyu hürmetine Arapçaya çevrilmesi bazı cahiliye Araplarına ters gelmiş. En sonda değişiklik neden diyorlar. Sen aslında sahte peygambersin, nereden mi biliyoruz dilinin Arapça olmasından diyor cahiliye Arapları. Bu ayetlerin muhtemel anlamı böyle olmalı, yoksa Kuranın birçok yerinde “Arabian Kuran” ifadesinin geçmesi muhataplarının dilinin Arapça olunduğunun bilinmesi dikkate alınınca çok anlamsız olmuyor mu? Eğer verdiğim bu bilgiler yeterli değilse Kuran’da geçen başka bir ayeti daha inceleyerek de ispatlayabiliriz. Örneğin Ahkaf suresi 10-11-12. ayetlerde Allah katından gelen kitabın tanınmaması üzerine, müşrikler eleştirilirken metin dikkatli okunduğunda, bazı Yahudiler Kuran’ın Allah katından geldiğine inanması üzerine övülürken, bir kısım Yahudi de eleştirilmektedir. Tabii bunu salt metinden anlamak pek mümkün olmuyor, lakin en eski tefsir kitaplarına bakılınca 10. ayet ve devamında müşriklerle beraber Yahudilerin yerildiği çok açıktır.[19] Abdullah bin Selam adlı bir Yahudi Kuran’ın Allah katından gelen bir kitap olduğunu tasdik etmiş. Diğer Yahudiler tasdik etmeyince “Allah zalimler kavmini (yani Yahudileri) asla hidayet etmez” denilmiş. Bu ayetlerde dikkat çeken yer ise 12. ayette “ Arapça bir Kuran” olduğunun zikredilmesi. Bunun cevabını tefsirler incelenince, pek tatmin edici bir cevabı olmadığı besbelli. Bu ayetlerin sebebi nüzulü konusunda bir hayli rivayet var. Aralarında en dikkat çekeni ise aynı sürenin 11. ayetinin nüzul sebebinde Yahudiler Müslümanlara: “Eğer Muhammed’in getirmiş olduğu din bir hayır olsaydı siz bunda bizi geçemezdiniz. Çünkü onun geleceğine dair bir bilgi sizde yoktu. Şayet hak olsaydı da biz o dine girerdik”[20] demişler. Bu rivayet diğerlerinden farkı, din ve peygamberlik tartışması olayının Müslümanlar ile müşrikler arasında değil, Yahudilerle Müslümanlar arasında geçtiğini belirtiyor. Aslına bakılırsa rivayetlerin hemen hepsinin inandırıcılığı şüpheli, o nedenle ayetler içi bir çözümleme yapıldığında, bir önceki pasajlardan anlaşılıyor ki; Yahudilerde, Kuran lisanın Arap dili olmasını bahane ederek bunun vahiy dili olamayacağını iddia ettiklerini tahmin etmek pek güç değil. Toparlarsak Hz Muhammet’in dilinin Arapça olması haliyle gelen vahyin Arapça olması müşrikler ve bazı Yahudiler tarafından vahiy dilinin Arapça olamayacağı, haliyle Hz Muhammet’in sahte peygamber olduğu kanaat getirilerek itiraz edilmiş. İşte sürekli ayetlerde karşımıza çıkan, bu Kuran Arapçadır vurgusu da bu nedenle olsa gerek. Kuran’ı anlamada ikinci el kaynakların güvenirliği ve yetersizliği, tarihselciliği zorlayan bir konudur Dikkat edilirse bendeniz bu ayetin gerçek anlamını bulmaya çalışırken yeterince tarihselci yorum yapmadım ama haddinden fazla tarihsici yani evrenselci, tarih üstücü veriler, yorumlar kullandım. Çünkü Kuran’a tarihselci bir yorum getirmek aslına bakılırsa bayağı zordur. Çünkü Kuran’a tarihselci bir yorum getirmeniz için birincil bir kaynak kullanmanız gerektiği gibi, ikincil bir kaynak da kullanmanız gerekiyor. Tarihselcilik felsefesi içinde asıl sorun burada başlamaktadır. Başta siyer kitapları olmak üzere hadis kaynaklarının bilgi açısından yetersizliği, güvenirliği konusu söz konudur. İbni İshak’a ait en erken siyer kitabının 750’li yıllarda yazıldığı düşünülüyor, ama maalesef orijinali elimizde yok. İbni İshak’ın verdiği bilgiler İbni Hişam üzerinden aktarılıyor bilebildiğimiz kadarıyla bu kitabın da orijinal nüshası elimizde yok. Ayni şekilde hadis kitaplarının da miladi 850’ler de yazılma başlandığı düşünülüyor. Fakat Buhari örneğinde olduğu gibi orijinal nüshaları elimizde yok! Toparlayacak olursak İslam tarihi aslına bakılırsa birincil kaynak Kuran olmak üzere, ikincil kaynaklardan siyer, tarih kitapları ve hadis kaynaklarının orijinal nüshalarının olmaması sorunu yaşıyor dersek yeridir. Hadi orijinal nüshaları olsaydı bile desek, yine çok geç tarihlerde yazılmaya başlandığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. . Sonuç olarak İslam tarihinin aslında çağdaş bir kaynağı yok! O nedenle tarihselcilerin dediği o “ilk anlamı bulmak” neredeyse imkansız. Bulsanız bile metin içi tenkitten baştan eleniyor. Örnek mi? Baştan beri konu meselesi yaptığımız Fussılet suresi 44. Ayete bir göz atalım, aslında bu ayetin esbabı nüzulü var. En erken tam tefsir kitabını yazan Mukatil Bin Süleyman tefisirinde: “ Kureyş kafirleri nebi’nin Amir b. Hadrami’nin kölesi olan Yahudi Yesar b. Ebi Fukeyhe’nin yanına gittiğini görüyorlardı. Bu şahsın dili ise Arapça değildi. Onunla konuştuğunu gördüklerinden, ‘olsa olsa Yesar b. Ebu Fukeyhe ona öğretiyor’ dediler. Bu sebeple efendisi, Ebu Fukeyhe’yi dövdü ve ona ‘Sen Muhammed’e öğretiyorsun” dedi. Yesar ise ‘hayır aksine o bana öğretiyor’ diye cevap verdi.”[21] şeklinde geçiyor. Tefsirde verilen bu esbabı nüzul çok sorunlu. Birincisi peygamber herhangi bir yabancı (acem) dil bilmiyor. İkincil kaynakların hiçbirinde peygamberin Arapça dışında bir dil bildiği bilgisi geçmiyor. Hatta o dillerde okumayı ve yazmayı da bilmiyor, kaldı ki okuyup yazabilmesi içinde o dili bilmesi şart. Peygamberin dil bilmeme, okuma ve yazma sorunu Kuran’da da işlenmiş. Örneğin Ankebut suresi 48. ayet peygamberin daha öncesinden Tevrat, İncil gibi kitabi dinlerinin kitabını okumadığını hatta kitap yazıcılığı bile yapmadığı için kitabi din öğretilerinden habersiz olduğu bilgisini verir. Nahl suresi 103. ayette ise dili acemce olan bir adamın peygambere dini öğretiler öğrettiği iddiasına karşın dili yabancı bir adamın peygambere vahiy öğretisi öğretmesinin imkansızlığını o adamın Arapça bilmemesine bağlıyor. Ve bu kuran ise Arapçadır diyor. Bu ayeti tersten okuduğumuzda Hz. Peygamber Arapça dışında bir dil bilmiyor. Mukatil Bin Süleyman’ın verdiği rivayet bilgisine gelirsek, Arapça dışında bir dil bilmeyen Peygamber, Arapça bilmeyen bir insana nasıl konuşur, anlaşır, din öğretir? Bu esbabı nüzul da bir sıkıntı var. O nedenle bunu referans alamayız. Kaldı ki ayetin mahiyeti dil bilme ile ilgili değil. Mukatil’in verdiği rivayet zaten ayetin içeriği ile de uyuşmuyor. Yani sebebi nüzulü var diye hemen aldanmamak gerekiyor. Bu örnek ayet üzerinden anlaşılacağı gibi İslam tarihinin rivayet kültürü çok sorunlu, Kuran ayetlerini hadis gibi ikincil kaynaktan çözmek başka bir açıdan da zor. O da elde zaten ayetleri açıklayan sebebi nüzul rivayeti çok ama çok az. Var olanın da metin içi tenkiti yapılınca bir kısmı eleniyor. O zaman ortada pek dikkate alınacak bir rivayet kalmıyor. Geleneği ve tarihselcileri yoran müteşabih ayetler ve o ayetlere izafe edilen yanlış rivayet kültürünün sunduğu açmazlık Tefsir kültürünün geleneğine bakılınca bu tarz sorunlu rivayet kültürünü kullanmak da bir beis görülmemiş. Hele hele müteşabih olduğu bilinen ayetleri anlayamayan müfessirler, hemen rivayete sarılmışlar. Rivayet doğru mu, yoksa yanlış mı diye bakılmadan kullanılan rivayet, geleneğin başına çok iş açıyor. Bu yanlış rivayeti kullanarak çözdüğünü zannettiği ayetin yorumunu başka ayetlerde kullanılınca zincirleme bir yanlış ayet çözümlemeleri çıkıyor karşımıza. Bu tarz bir metot, geleneğin başına iş açtığı gibi bugünün modern tarihselcilerin de başına iş açıyor. Çünkü tarihselci hocalara göre ayetin bir, biricik esaslı bir anlamı vardır. Eğer iki veya daha fazla anlamı olursa Kuran evrenseldir diyenleri bir nebze doğrulamış oluyorlar. O nedenle ayetlerin müteşabihliği ve ayetlerin zahir ve batın anlamı var konusu tarihselcilerin biraz sevmedikleri konulardır diyebiliriz! Bu nedenle bir tarihselci, ayetin bir anlamı var demek zorunda, çünkü tarihselci felsefe onu bu konuda şartlandırıyor. Örneğin tarihselci Mustafa Öztürk; “Eğer siz bir söze her türlü anlama açıktır, derseniz o söz hiçbir anlam taşımaz. O kaostur, orada sözün bir anlamı var. O anlamdan üretebilecek yan anlam var, yan mesajlar var, o da bizim yorum dediğimiz şeydir, metni yorarız.”[22] diyor. Yani Mustafa hoca ayetin bir anlamı olduğunu ikinci bir asli anlamın olamayacağını söylüyor. Bu ve benzeri bir görüşü de tarihselci Ömer Özsoy’da iddia etmektedir. Ömer Özsoy: “İslam tarihi boyunca Müslümanlar arasında, zahiri ve batıni yorumların yanı sıra, belli bir anakronizm hastalığının var olageldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Esasen pasajın birden fazla anlama gelebilirliği telakkisinin menşei de söz konusu anakronizmadır.(…) Üstelik, çağdaş dünyada hemen herkes Kur’an’ın özgün anlamının düşmanı kesilmiştir. Çünkü Kur’an’ı her türlü anlam belirlemesini kabullenecek bir metin olarak kullananlar, onda vahmettikleri bu özelliği, Kur’an’ın yorum zenginliğine açıklığı ve düşünce özgürlüğüne verdiği önemle temellendirilmekte, böylece, ürettikleri yeni anlamları meşrulaştırmaktadırlar.”[23] Ömer Özsoy’un bu alıntıladığımız yazısında bazı eleştirilerine katılmakla beraber katılmadığım yerler de var. Yazının tamamının bazı yerlerinde ayetlerin “özgün anlamı” diye bir şey olduğundan bahsediyor. Özgün anlamı olan bu ayetler ikinci bir anlam verilince özgünlüğünü kaybettiğini iddia ediyor. Evet böyle bir tehlike söz konusu ama, özgün anlam diye nitelediğimiz anlamın özgün, gerçek, asli anlamı olduğunu nerden biliyoruz? Madem hadis ve siyer gibi ikincil kaynaklar çok güvenilir ve özgün anlamın kaydı zaten düşülmüş, biz o zaman Kuran’ın bazı süre başlarında geçem Elif-Lam-Mim gibi Hurufu Mukatta’nın tam ve inandırıcı bir rivayetini neden bulamıyoruz? Neden bazı Mekki ayetlerin sebebi nüzul rivayetleri yok ve olanı da inandırıcılıktan yoksun? Sizce tarihin bir döneminde bir müfessirin bu ayetin özgün anlamı bu demesi yeterli midir? Biz biliyoruz ki tarihselciler bu zamana kadar gelen yorum ve rivayeti çok önemsiyorlar. Elbette önemsenmeli, lakin yukarıda zikrettiğimiz sorulara net bir cevap veremiyorsunuz. Tüm bunlara rağmen hadis gibi ikincil kaynaklara kuşkucu yaklaşmadan, kutsallık affediyorsunuz! Maalesef tarihselciler bu rivayet ve yorumları biraz kutsallaştırıyorlar. Bu kutsallaştırma onları hatadan hataya sürüklüyor. Ayetin özgün bir anlamı var, o da tarihin bir döneminde bir müfessir tarafından dile getirilmiştir inancı baştan sakattır, çünkü Kuran’ın bizzat kendisi : “Allah, sözün (kitap,Kuran) en güzelini, birbirine benzer (müteşabihen) iç içe ikili (mesani) manalar ifade eden bir kitap halinde yollamıştır…”[24] diyerek, bizzat kendisinin müteşabih olduğunu bildiriyor. Ayrıca Kuran okuyanlar bilir ki Kuran’da mecaz sanatı vardır. Mecazın olduğu yerde her zaman en az iki anlamlılık söz konusudur. Özetle tarihselcilerin iddia ettiği gibi tam anlamıyla bir anlamlılık söz konusu değildir. Elbette bir anlama gelen ahkam ayetleri vardır, lakin ikili anlama gelen müteşabih ayetlerin olduğunu bilerek Kuran’ı anlamaya çalışmak gerekir. Yoksa geleneğin ve bugünkü modernist tarihselcilerin yaptığı hatalı ayet çözümlemelerine kanarsınız. Evet geleneğin ve modernist tarihçilerin, Kuran’da geçen birçok ayetleri yanlış anladığını iddia ediyorum. Nasıl mı? Örnek mi istiyorsunuz? Ondan bol ne var? Üzerinde 19 vardan kasıt; Cehennemin bekçisi 19 melek mi yoksa, vahyin indirilişinde kitabı koruyan 19 melek midir? Kuran’da matematiksel olarak 19 şifresi var konusu ile meşhur olan müddessir suresi hepimizin malumu. Sure, Velid Bin Mugire’nin, Hz Muhammet’in ağzından dinlediği Kuran’ı ölçüp biçip (kader) kanaati sonucunda vahiy, Kuran için; bu insan sözü ve sihir demesi üzerine gelen bir dizi ayetin anlaşılamaması ile müteşabih ayetler kapsamına alınmıştır. Yani demek istenmiştir ki anlaşılması zor ayetler… Gelenek bu ayetlerin devamında gelen “sekar” denilen ateşi cehennem olarak anlamış. Yine bu ayetlerin devamında bulunan “levvahatun lilbeşer” sözünde geçen “levvaha” yı yani yazılı metin unsurunu insan derisi olarak anlamayı daha uygun bulmuş. Böyle olunca haliyle cehennem ateşinin derileri yakıp kavurması anlamışlardır. Gelenek bu ayetleri nasıl anlayamamış ise tarihselciller ve tarihselci Mustafa Öztürk’de anlayamıyor. Mustafa Öztürk: “Bu ayeti, nüzul sebebiyle ilgili rivayetleri dikkate almadan anlamanın hemen hemen hiçbir imkanı yoktur.”[25]diyor. Oysa tarihselciler burada kadim dinlerde anlatılan bir şeyin burada da anlatıldığını anlamış olsaydı. Ayrıca burada anlatılan bir şeyin bir benzeri Kuran’ın bir yerinde daha anlatıyor olabilir, kuranı kuranla çözme metodunu küçümsemeselerdi uyduruk bir rivayet mahkum kalmayacaklardı. Mustafa Öztürk’de herkes gibi o da bu ayette geçen, üzerinde 19 var kısmını, cehennem bekçisi 19 melek olarak anlıyor. Yani toplamda ayetlerin cehennemi (sekar) anlattığını sanıyor. Tabi haliyle bendeniz burada geçen sekar anlamının cehennem anlamına gelmediğini iddia etmiyorum. Asıl itibariyle bizim bahsettiğimiz ilgili kısımdan ziyade bu pasajın sonundaki 42. ayette sekar hakikaten cehennem anlamında kullanılıyor. Kaldı ki Kuran’ın genel hitabından anlıyoruz ki, kendisine okunan vahyin Allah katından gelmediğini, bir insan sözü olduğunu söylediği için, müşrikler zaten cehennemliktir. Aslına bakılırsa burada bir sorun yok. Velid Bin Mugire, sekar, yani ateş denilen cehennemle tehdit ediliyor. Bendeniz ise bu surede sekar denilen şeyin cehennem haricinde başka anlamlara da geldiğini, kullanıldığını iddia ediyorum. Müddessir suresi 27. ayette geçen Sekar’ın; hem levhi mahfuz hem de Kuran’ın bir adı anlamına geldiğini ispatlayacağım. Böylece ayet zahiri anlamda sekar (ateş) derken; batında bunun kitap, kuran, levhi mahfuz anlamına geldiğini göstererek bu ve benzeri ayetlerde geçen bazı kavramların birden fazla anlama geldiğini göstermeye çalışacağım. Şimdi sure içinde bizimle ilgili kısmı inceleyelim. İlk önce Müddessir surei 27. ayete bakalım. Müddessir 27. ayette: “İdrak edebilir misin? Nedir Sekar?” (Vema edrake, ma sekaru) diye bir soru sorulur. Bu anlaşılması zor yerden sonra yine anlaşılması zor Müddessir 28-29-30. ayetler gelir. Ayetlerin Türkçe tercümesi yaklaşık: “Orta bir şey bırakmaz (La tubki) hiçbir şey görmezlik etmez o (ve la tezeru); Beşer için levhalardır o (Levvahatun lilbeşer); Üzerinde 19 vardır onun. (Aleyha tisate aşera”) şeklinde çevirilebilir. Hatta “La tubki ve la tezeru” kısmı yaklaşık olarak “ne artanı ne de azalanı vardır” şeklinde çevirmek belki daha doğru olabilir. Özetle bu ayetlerle muhatabına: “ Sekar diye bir ateş var ve ne artanı ne eksileni var, bunun yanında beşer için levha halinde olduğu gibi üzerinde 19 var. Bilin bakalım bu ne?” gibisinden bir bilmece soruluyor gibi. İşin ilginç yanı bu ayetleri muhatabı cahiliye Arapları da anlamışlar ve demişler ki “Allah bununla neyi örneklendirmek istiyor? Bu ayetler bizim gelenekte de pek anlayamamış. Sekar diye ateş kelimesini görünce cehennem ateşi demişler. Aslına bakılırsa sekar, cehennem ateşi anlamına da geliyor. Bunu zaten söylemiştik. Neyse konumuza dönersek, işin en tuhaf yanı bu ayetleri müminlerin yanında kitap ehli (Yahudiler) anlamış. Ha işte bu ayeti çözmemize yardımcı olacak şeyde, Yahudiler bu bilmece gibi ayetlerden ne anladılar diye tahmin edince ortaya çıkıyor. Mutlaka müddessir suresi içinde Yahudilerin inancına atıf yapılan bir şey olması gerekir. Ayetlere dikkatli bakılınca levhalar kelimesi (Levvahatun) ve bir de sekar denilen ateş kavramlarını yan yana getirdiğimizde çözülüyor. Burada geçen Levhalar aynı zamanda Hz Musa’ya Sina dağında verilen levhalara atıftır. Sekar ise harlanmış kor ateştir. (nar) Yani Hz Musa’ya Allah yanan bir ağacın ateşinden, sekardan seslenmişti. Toparlarsak bu ayetler Hz Musa’ya verilen vahyin, kitabın aynısının (bir benzerinin) aynı kanal yoluyla Hz Muhammet’e de verildiğini anlatıyor aslında. Diğer bir ifadeyle Hz Musa nasıl peygamberse Hz Muhammet de peygamberdir deniliyor. Şimdi şu soru soru sorulabilir, “Sekar’dan artmayan, azalmayan şeyden kasıt ve bir de sekarın üzerinde neden 19 var, nedir peki? Sekarın üzerindeki 19, (bu arada ibni mesut’un kıraatine göre 90) Levhi Mahfuzdan vahiy indirilirken bu süreç içinde vahyi koruyan meleklerdir. İster buradan Sekardan kasıt Levhi Mahfuz anlayın isterse Kuran’ın kendisi fark etmez. Sonuç olarak levha kelimesinden de anlaşılacağı gibi; bir beşere levha, sayfa, kitap verilmiş 19 meleğin korumasında. İnsanlar ve cinler bu vahiyden bilgi çalamadıkları bilgiyi kirletip artıramamışlar. (La tubki ve la tezaru) Hani Mugire okunan Kuran için sihir, insan sözü demişti ya… bu vahiy cinler tarafından Melei Ala’nın dinlenmesi ile araklanarak bir kahine, büyücüye, şaire aktarılmış bir bilgi değildir deniliyor. Bu ayetlerde mecaz, müteşabihlik, zahir batın hepsi var. Hani bir sözün sadece bir anlamı vardı? Bu örneği bilerek seçtik, çünkü burası tarihselcilerin sözün ikinci anlamı olamaza, bir itiraz olarak ortaya koymak istedik. Geriye tek bir soru kaldı Sekara neden hem Levhi mahfuz hem de Kuran dedik? Sekar kavramı Kuran’da bir yerde daha geçiyor, Kamer suresinde. Orada da sekar cehennem anlamında kullanılıyor zahiri anlamı ile ama dikkatli bakılınca buranında müddessir suresinde olduğu gibi müteşabih, benzeşen olduğu batın anlamı ile levhi mahfuz anlamında hatta amel defteri anlamında kullanıldığı görülecektir. Dikkat ederseniz amel defteri, amel kitabı dedik. Yine yazılı bir metin, kitap dedik. Yani aslında değişik bir anlam vermedik. Kamer suresi 52 ve 53. ayette cehenneme giden insanların yapmış oldukların hepsinin deftere, kitaba yazıldığı belirtilir. Ama nasıl yazma; küçük (sagir) büyük (kebir) amellerin tümü satır satır yazılmış. Görmezlikten bile gelinebilecek en ufak, zerre küçük günah dahi yazılmış. Eğer ayetler arasında benzerlik kurarsak Kamer suresi 53. ayette geçen küçük büyük her şeyin yazılması ile Müddessir suresi 28. ayette geçen: “La tubki ve la tezeru” (artmayan azalmayan veyahut ortada bir şey bırakmaz, hiçbir şeyi görmezlik etmez) anlamı verdiğimiz kısım ile benzeştiği görülecektir. Yani artan, azalan, az, çok, fazla, küçük görmezlik edilmeden bir kitaba kayıt düşüldüğü anlatılıyor. Nerede? Hem müddesssir suresi 28’de hem de kamer 53. ayette. Ne kadar benzerler değil mi? Adı üstünde zaten bunlar müteşabih, teşbih edilen benzeşen ve ikili anlamı olan ayetlerdir. Müddessir suresi 28,29 ve 30. ayetleri ve Kamer suresi 52. ve 53. ayetleri; Mutaffifin suresi 8,9, 10. ayet ile benzeşiyor. Hatta 9, 20 ve 21. ayetler ile de benzeşiyor. Her üç surenin ayetleri de yazılı bir kitaptan bahsediyor. Mutaffifin suresinde cennetlik insanların amel kitabı, İlliyyun denilen Allah’ın arşının hemen altındaymış. Dikkat ederseniz kitapların adları yer ismi ile kullanılıyor. İlliyyun örneğinde olduğu gibi ya da sekar cehennem ile kötülerin kitabı ise Siccin adlı bir cehennemde veyahut kitabın adı da siccin oluyor, bu örneklerde görüldüğü gibi! Ayetler benzerliğini irdelemeye devam edelim, cennetliklerin kitabı rakamlanmış (yazılmış) bir kitaptaymış (mutaffifin 21). Bu kitap mukarrebine (yakın olan) melekler tarafından gözlenerek korunuyormuş. Tıpkı Müddessir suresi 30 ayette de Sekar üzerinde 19 melek ile korunuyor örneğinde olduğu gibi. Benzerlik kurabileceğimiz bir ayet daha var. Vakıa suresi 77. ayette geçen Kuran, meknun (saklanılan = levhi mahfuz) bir kitapta imiş. (Vakıa 78) Ve bu kitaba mutahherun meleklerinden (taharetli, temiz) olanlardan başka kimse dokunamıyormuş. (Vakıa 79) İlliyyunu’u mukarrebun; Kuran’ı mutehharun; Sekarı 19 melek koruyor. Yani müddessir, kamer, vakıa ve Mutaffifin sureleri ve ilgili ayetleri, benzeşen ayetleri kullanınca geleneğin çözemediği müddessir suresi ve sekar konusunun çözüldüğü kanaatindeyim. Hem levhi mahfuz hem de levhi mahfuzdan bir ayet, vahiy indirildiğinde melekler tarafından korunuyormuş. Levhi mahfuza ve amel kitabına yazılan iyilikler ve kötülüklerin bilgisi de yine melekler tarafından korunuyormuş. Korunduğu için bir kahin’in cini tarafından çalınabilecek bir bilgi yoktur. Velid bin Mugire’in söylediği gibi Kuran, bir kahine bir cin tarafından getirilen bir sihir, büyü sözü değildir. Vahiy 19 veya 90 meleğin korumasında gelen ilahi bir mesajdır. Peki bunca örnek ayetlerle ne anlatmak istedim. Müteşabih ayetler de geçen kavramlar ayet içinde 2 (iki) anlam ile hatta 3 (üç) anlamı ile birlikte kullanılmış. İşte bu gerçek Tarihselci felsefenin tek anlamlılık tezini çürütüyor. Tarihselciler ve gelenekçiler tarafından anlaşılamayan müteşabihlik nedir? Genel olarak anlaşılması zor ayetler için kullanılan müteşabihliğin, müddessir suresi ve sekarın gerçek anlamlarını ortaya koyan incelememizden sonra böyle olmadığı anlaşılmıştır. Müteşabih teşbihten yani benzerlikten gelir. Bir benzerlik kurulması ile ilgilidir, örneğin sekar denilen ateşin vahye ve levhi mahfuza benzetildiğini inceledik. Demek ki Kuran’da bu yönde çok ayetler var. Buna da örnekler verelim Hadid suresi 25. ayette geçen “Ve hadidi (demir) indirdik.” ayetinde geçen hadid (demir) vahiy, kuran anlamındadır. Zaten bu ayetin öncesinde peygamberler ve onlara verilen kitaplardan bahsedilir. Sonrasında da bu kulumuz Muhammet’e de kitap verdik anlamında hadid verdik deniyor. Yani bu ayet zahiri anlamda demir (Fe) anlamında bir metalden bahsetse de batında burada kitaptan (Kuran’dan) bahsedilir. Kevser suresinde “şüphesiz biz sana kevseri verdik” ayetinde geçen kevser; cennette bulunan su, nehir, göl anlamına gelir, ama batında bu kevser vahiy, kitap anlamındadır. Mevdudi Kevser için: “ biz sana sınırsız ve sayısız nimetler bağışladık. Bu nimetler arasında Rasulallah’ın sahip olduğu sayısız ahlaki faziletler de vardır. Bunun içine nübüvvet, kur’an, ilim ve hikmet gibi büyük nimetler de girer.”[26] şeklinde beyan ediyor. Buradan anlıyoruz ki Mevdudi’de Kevser’in anlamlarından birinin Kuran anlamında olduğunu not düşmüş. Bir şiirde, bir yazılı metinde; bir kelimenin birden fazla anlama gelmesi normaldir. Çünkü bir ebedi metinde mecaz yapılması kadar normal bir şey yoktur. Kuran’ında bir edebi metin olduğu hatırlanırsa Kuran’da mecazın, müteşabihliğin olması kadar yine normal bir şey yoktur. Kaldı ki Kuran kendini zaten müteşabih bir kitap olarak niteler. “Allah sözün (hadis, Kuran) en güzelini birbirine benzer (müteşabih) ikili (mesani) olarak indirmiştir.”[27] Yine Hicr suresi 87. ayette “ Biz sana ikişerliden yedi (7) ayet ve büyük Kuranı verdik” diyor. Burada geçen ikişerliden 7 (yedi) ayet gelenek tarafından Fatiha suresi olarak algılanmıştır. Kanıt olarak Fatiha’nın 7 (yedi) ayet olması delil gösterilir, ama Fatiha suresin yedi ayet olduğu bile tartışmalıdır. Aslında burada geçen, “ikişerliden 7 (yedi) ayet + Kuran = Kitap + Hikmet” ile aynı anlamdadır. Şura suresi 17. ayette Allah’ın Kitap + Mizan (ölçü) indirdiği belirtiliyor. Özetle bu ayetlerde geçen üç önerme yani; Kitap + Mizan = Kitap + Hikmet = ikiliden 7 ayet + Kuran’dan kasıt aynı şeylerdir. Daha önce hikmetten kastın onun indirilen vahiy olduğunu; Kitaptan kastın ise daha önce indirilen vahiylerin toplamı olduğunu bir önceki sayfalarda belirtmiştik. Belli ki Hicr suresinde kastedilen “ikişerliden 7(yedi) ayet” den kasıt kitap; Kuran’dan kasıt ise okunan vahiy, hikmet anlamındadır. Burada geçen 7 (yedi) ayetin, yedinin çokluktan kinaye olduğunu anlamak için çok düşünmeye gerek yok. Yani bildiğimiz anlamda burası nominal olarak (7) yedi demek değildir, çok anlamındadır. İkişerli ise mesani yani iki anlamlı, müteşabihlik anlamındadır. Toparlarsak birbirine benzer birçok vahiy indirilmişin toplamına kitap denmektir. Kuran ise bizim bildiğimiz anlamda özel isim değil o anda inip okunan vahiy anlamındadır. Yani müteşabihlik anlamı zor anlaşılan ayetler anlamında değil, birden fazla anlama gelen ayetler demektir![28] [1] Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 2. Basım, İstanbul, Kasım 1996, s: 152 [2] Doğan Özlem, A.g.e., s: 152 [3] A.g.e., s:152-153 [4] A.g.e, s:152 [5] Ömer Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Otto Yayınları, 2. Baskı, Ankara, Mayıs 2015, s:86 [6] Ömer Özsoy, Ag.e., s: 84 [7] Ömer Özsoy, A.g.e, s:121-122 [8] Mustafa Öztürk, Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur’ancılık, Ankara Okulu, ikinci basım, Ankara, Eylül 2004, s:217 [9] İmam Malik. El Muvatta, Altuğ Yayınları, 2. Cilt, İstanbul, 1982, s:561,562,576 [10] Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, İslam ve giyim kuşam Başörtüsü sorununa Dini Çözüm, Sancak Yayınları, İstanbul, Haziran 1999, s:276 [11]Mustafa Öztürk, Kur’an, Vahiy Nüzul, Ankara Okulu Yayınları, 3. Baskı, Ankara, Nisan 2018, s: 107-108 [12] Kuranda yan yana geçen “kitap ve hikmet” kavramdaki bazı “kitap” ifadeleri daha önce peygamberlere verilmiş kitaplar anlamında da olabilir. [13] Bu yazının 2. serisinde salatın gerecek anlamı bahsine girileceği için burada kısa tutuyorum. [14] Bu konunun detayına başka yazılarımızda açıklık getireceğimiz için burada bu kadar izahat yeterlidir. [15] Ömer Özsoy, A.g.e., s: 33 [16] Mustafa Öztürk, Kur’an, Vahiy Nüzul,…, s: 50 [17] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Surelerin iniş sırasına göre Kur’an’ı Kerim Meali (Türkçe Çeviri), Yeni Boyut Yayınları, 72. Baskı, İstanbul, 2004, s: 265. [18] Mustafa Öztürk, Kur’an, Vahiy Nüzul,…, s: 48 [19] Mukatil Bin Süleyman, Muhtasar Tefsir-i Kebir, (Tercüme M. Beşir Eryarsoy), İşaret Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2015, s: 1055; İmam Taberi, Tefsiri Kebir, (Tercüme: Mehmet Keskin), Ümit Yayıncılık, 5. Cilt, İstanbul, s: 2216-2217 [20] Prof. Dr. Bedreddin Çetiner, Fatiha’dan Nas’a Esbab-ı Nüzul Kuran ayetlerinin iniş sebebi, Çağrı yayınları, 4. Baskı, 2. Cilt, İstanbul, 2013, s: 799 [21] Mukatil Bin Süleyman, A.g.e., s: 1007 [22] Mustafa Öztürk, Tefsir tefsir için mi? tefsir toplum için mi? Bakınız https://www.youtube.com/watch?v=2xgguaG1Jcs&t=2137s (Youtube videosu, 25 Mayıs 2015), Erişim Tarihi: 01 Ekim 2021, ilgili sözler için video 38:57 ile 39:18 arası. [23] Ömer Özsoy, A.g.e., s:82 [24] Zümer Suresi 23. ayet, Yaşar Nuri Öztürk çevrisi esas alınmıştır. [25] Mustafa Öztürk, Kuran’ı Kerim Meali Anlam ve yorum merkezli çeviri, Ankara Okulu yayınları, 2. Baskı, Ankara, Ekim 2014, s: 653, bakınız 5 nolu dibnot açıklaması [26] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an Kısa surelerin tefsiri, (Editör: Mahmut Ay), İnsan Yayınları, birinci baskı, İstanbul, Nisan 2020, s: 148 [27] Zümer suresi 23. ayet [28] Bu yazının devamı olacak ikinci makalede tarihselcilik tezi başka veriler esas alınarak eleştirilmeye devam edilecektir. |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Sol Milliyetçi HalkDostu gazetesinin yeni Türkiye devletinin ideolojik gelişiminde bize öğrettikleri - 04/03/2023 |
Halk Dostu gazetesi elbette yeni Türkiye devletinin ideolojik gelişimine bir katkı sunmuştur. Ama bundan daha önemlisi ise Halk Dostu gazetesi yeni Türkiye devleti ideolojisinin bir prototipini yansıtmaktadır. |
Yeni belgeler ve bilgiler ışığında Giresunlu Topal OsmanAğa ve Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey hadisesi - 30/03/2022 |
Yeni belgeler ve bilgiler ışığında Giresunlu Topal Osman Ağa ve Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey hadisesi - Yunus YILMAZ |
BİR DEVLET OPERASYONU: 19 MAYIS ADLI KİTABIN ELEŞTİRİSİ - 14/03/2021 |
BİR DEVLET OPERASYONU: 19 MAYIS ADLI KİTABIN ELEŞTİRİSİ - Yunus YILMAZ |
Milli ve Devrimci bir garip adam Mustafa Suphi - 15/02/2020 |
Milli ve Devrimci bir garip adam Mustafa Suphi - Yunus YILMAZ |
Kurtuluş Savaşında Çerkez Ethem, Kuşçubaşı Eşref ve Anadolu’da Sosyalist Faaliyetler - 31/12/2019 |
Kurtuluş Savaşında Çerkez Ethem, Kuşçubaşı Eşref ve Anadolu’da Sosyalist Faaliyetler - Yunus YILMAZ |
Mustafa Kemal Paşa, 1919 yılında Havza'da Bolşevik bir Komutanla görüştü mü tartışması üzerine - 27/11/2019 |
Mustafa Kemal Paşa, 1919 yılında Havza'da Bolşevik bir Komutanla görüştü mü tartışması üzerine farklı bir tez - Yunus YILMAZ |
Anadolu’ya gelen Mustafa Suphi ve TKP’li yoldaşlar neden ve kimler tarafından öldürüldüler? - 03/11/2019 |
Anadolu’ya gelen Mustafa Suphi ve TKP’li yoldaşlar neden ve kimler tarafından öldürüldüler? |
Mustafa Suphi ve onun TKP’sine karşı olan Sol, Sosyalist İttihatçı Küçük Talat Bey! - 21/09/2019 |
Mustafa Suphi ve onun TKP’sine karşı olan Sol, Sosyalist İttihatçı Küçük Talat Bey! - Yunus YILMAZ |
Enver Paşa'nın Kurtuluş Savaşı Yıllarındaki İslami Sol Fikri - 31/08/2019 |
Enver Paşanın kurtuluş savaşı yıllarındaki İslami Sol fikri - Yunus YILMAZ |
Devamı |